30 Haziran 2020

En iyisi değil; Saian & Karaçalı - Battle Royal

Saian & Karaçalı – Battle Royal… “Yani Türkçesi Batoru Rowaiaru. Sisli havaların dindirilemeyen albümü. Albümde hayata dair dokunuşlar, yaşanmışlıklar, keşmekeşlikler pişmanlıklar, yaşam adına bilgelikler çiçekler böcekler bekleyenler şüphesiz gaflet içindedirler

27 Haziran 2020

R.A. The Rugged Man Röportajı; "Amerika Bitti."

Neredeyse ilk gününden beri güzel bir haber alamadığımız 2020’nin ilk yarısında Amerikan rapinin en kendine özgü karakterlerinden R.A. The Rugged Man büyük ses getiren albümü “All My Heroes Are Dead”i yayınladı. Rugged Man ile albümünden başlayıp Amerika’nın geleceğine uzanan uzun bir söyleşi yaptık.

23 Haziran 2020

EMWI incelemesi; Varolsun Güzel Müzik!

EMWI ve Preservation’ın müziğini tarif etmeden önce şu kupleyi okumak gerekir; Yirminci yüzyılın en sarsıcı sosyolojik eserlerinden Şarkiyatçılık’ın girişinde Edward W. Said, şu sözleri kullanır:

…. Şark, Avrupa’nın maddi uygarlığı ile kültürünün bütünleyici bir parçasıdır. Şarkiyatçılık bu bütünleyici parçayı, kültür, hatta ideoloji düzleminde, bir söylem biçimi olarak- bu söylemi destekleyen kurumlarla, sözcük dağarcığıyla, araştırmalarla, imge dağarcığıyla, öğretilerle, hatta sömürge bürokrasileri ve sömürge biçemleriyle birlikte- dile getirir, temsil eder.

Edward W. Said

Said birkaç paragraf sonra Şark hakkında yazan, ders veren ya da Şark’ı araştıran kişinin Şarkiyatçı, yaptığı işin de Şarkiyatçılık olduğunu belirtir ve bu tanımlamanın 18. Yüzyıl sonrası emperyal güçler- İngiltere , Fransa ve modern zamanda Amerika Birleşik Devletleri- için bu tanımlamanın masum , muğlak ve genel olduğunu not düşüyor. Said aynı zamanda Şark’ın (günümüz kullanımında Doğu) ABD için daha çok Uzak Asya coğrafyasını temsilen kullandığından bahsediyor.

EMWI
EMWI serüveni.

Bu masum, eski usul tanımlama bağlamında düşünüldüğünde iki dekatı aşkın RZA, GZA, Raekwon, U-God, MF DOOM, Sean Price, Mach-Hommy, Roc Marciano, KRS 1, Jean Grae ve Aesop Rock gibi isimler adına prodüksiyon yapmış DJ Preservation’un Şarkiyatçı olduğu söylenebilir.Şayet hayatında macerayı her şeyden önde tutan, Mos Def ile dünya turuna çıkmış bir DJ için, en büyük macerası olduğunu söylediği 3 yıllık Hong Kong yaşamının bağrından çıkmış yeni albümü EMWI’nin arkasındaki yaratıcı süreç için etkili güç ancak ve ancak eski usül bir Şarkiyatçılık olabilir.

Kendisi New York ve Çin Halk Cumhuriyeti arasında bir bağlantı hissettiğini söylüyor. Preservation ilk kez 96’da Çin’e gitmiş ve oradaki yerel bit pazarları ve müzik dükkanlarında balta girmemiş melodi potansiyellerinden çok etkilenmiş. 2014’te eşinin Hong Kong’a tayini çıkmış ve bu 3 sürelik süreçte Mos Def için DJlik yapmadığı vakitlerde yüzlerce altyapı hazırlamış.


İşte o yüzlerce altyapı arasından sıyrılmış 13 tanesi bugün bizim kulaklarımıza Eastern Medicine, Western Illness ya da kısaca EMWI olarak geliyor. Albümü incelemeden önce değinilmesinin önemli olduğunu düşündüğüm ve EMWI için vereceğim puanlama, takdir vb gibi inceleme unsurlarına yardımcı olacağına inandığım iki nokta var, şimdiyse bunlara değinmek istiyorum.

EMWI

Doktor Yen Lo, ve Preservation Prodüksiyonunu Anlamak


Bahsettiğim üzere 20 yıla yakın prodüksiyon yapan bir DJ Preservation, fakat bu albümü tam anlamıyla benimsemek ve arkasındaki yaklaşımı takdir edebilmek için kendisinin geldiği son sanatsal noktayı, 2015’te Ka ile işbirliğinden çıkan Days with Dr. Yen Lo albümünü mercek altına almamız lazım. DwDYL, söz konusu Ka olduğunda daha az bahsi ve tartışması geçen albümlerden. Buna birkaç sebep sunulabilir: Yen Lo konseptinin sözgelimi The Night’s Gambit, Orpheus vs The Sirens veya Honor Killed The Samurai albümlerinin konseptlerine göre çok daha içine kapanık, sübliminal ve zor deşifre olması, çıplak kulakla dinlenildiğinde doom-jazz türünün boom bap uyarlaması olması dışında pek bir ilgi çekmemesi bunlardan en büyükleri.

Fakat ben bu albümün tekrarlı dinlemelerde çok ödüllendirici, katmanlı ve özenli bir iş olduğunu düşünüyorum. Bunun ana sebebi de Ka’dan değil de Preservationdan geliyor kanımca, çünkü albümün yavaş yavaş insanı tamamı ile içine alan ve sindiren bir aranjmanı var. 2010ların başından beri Doğu Yakası hip-hop sahnesine musallat olmuş bir trend olan minimalizmi Preservation bu albümde en uç noktaya çıkıyor. Sahnenin en üretken ve en öne çıkmış sanatçılarından Roc Marciano veya Westside Gunn’ın projelerine baktığınızda bile altyapılarda mütevazı bir perküsyon duyarsınız.

Yen Lo’da bu neredeyse imkansız. İçinde hihat bulunduran “Day 0” parçası hariç albüm tamamı ile vurmalı çalgılardan arınmış halde. Bu da ritmik bir arkaplan olarak Ka’nın dediği her cümleye dinleyiciyi kilitleyen bir ses boşluğu oluşturuyor. Bütün bunlar bir yana Preservation’ın sample alma biçimi de alıştığımız normale çok yakın değil; aritmik gitar riffleri, tüyler ürperten synth aralıkları, belirsiz zamanlarda giren jazz örnekleri… ilk başta sadece yaratıcı boom-bap beatler olarak hor görülebilecek altyapılar biraz dikkat edildiğinde ortada tıpkı albümün anlattığı hikaye gibi karmaşık, özenli ,tabaka tabaka işlenmiş bir prodüksiyonun varlığı bariz oluyor.

Tabi, eğer daha sabit bir bakış açısı ile anlamak isteyen için, şu benzerlik de mevcut: iki albüm de medikal bir konsepte bağlı.

Prodüktör Albümleri Klişesi ve EMWI konsepti

EMWI
EMWI’nin -bence- şahane kapağı


Prodüktör albümlerini düşünün. Demek istediğim tek bir prodüktörün üstlendiği işler değil, rap tarihinde onlarca olağanüstü tek prodüktör albümü var. Düşünmenizi istediğim, prodüktörün kendi adına çıkarttığı ve altyapılarını değerlendirmesi için birtakım misafir sanatçılar aldığı albümler. Düşündünüz mü? Kaç tanesi dinlemeniz sonucunda sizde derin bir etki bırakabilmiş veya etkileyebilmiş peki? Cevaplaması zor diye tahmin ediyorum. Bu ukala bir tahmin değil, günümüzde prodüktör albümlerinin dağınık bir “bunlar benim altyapılarım para verdiğim düetler de bunlar “ toplamına indirgenmiş olmaları. İnsan ırkının tam 11 DJ Khaled albümünü atlattığı, nispeten iyi prodüktör albümü örneklerinde( bknz. Apollo Brown, Statik Selektah) bile şarkılar arası istikrarsızlığın bütünlüklü bir dinlemeyi imkansız hale getirdiği, çoğu parçanın doldurma olduğu noktada EWMI, oldukça cesur ve cüretkar bir konsept oluşturuyor ve bir süredir baskıcı otoriter rejim altındaki Hong Kong’un durumuna ışık tutuyor. Hong Konglular hükümetin kontrolüne karşı devamlı protesto halindeyken, Preservation’ın bu protestoculara adaması bence en azından albümü daha sempatik ve belli bir noktada dinleyiciyle bağ kurabilir duruma getiriyor. Albüm boyunca, kısa kısa belgesel tarzı haber kesitleri bu hissiyatı ve bağı güçlendiriyor.

Albümün incelemesine gelecek olursak, albümün başlığı da konseptiyle ilişik şekilde Batı’nın güç arayışının yozlaştığını, ve hayatta kalabilmek için Doğu felsefesine ihtiyacı olduğu vurgusunu yapıyor. Tabii bu yoruma açık, mesela benim getirdiğim bir yorum şu şekilde: çoğunluğu Batılı rapçilerden oluşan bir kadroyla (“ill” kelimesi rapçiler için argoda iyi sıfatına yakın kullanılır) oryantal, Doğu esintili melodileri (“hasta” olan rapçilerin ilacı olan, onların kullanabileceği ilaçlar- “medicine”) birleştiriyor. Albüm açılışı ve kapanışı Çinli sanatçılar rapçi Young Queenz ve opera sanatçısı Michelle Siu ile yapıyor.

EMWI
EMWI, behind the scenes kokulu bir fotoğraf

Açılışta Queenz politik içerikli ve yüksek enerjiye sahip Çince rap yapıyor, kapanış ise ona tezat oluşturacak biçimde sakin ve yumuşak. Preservation’ın tamamı ile Hong Kong’daki plak mağazalarından çekip çıkardığı örneklemelerden oluşan altyapılar, albümde farklı sanatçılarla buluştuğunda kendisinin çok hayran kaldığı Çin gelenekselciliği ile Doğu Yakası’nın sert boom-bapı arasında düşündüğümüzden daha az fark olduğunu belirtiyor(Bu ikileme örnek iki şarkı verecek olursak ikisi de dahiyane beat değişimleri ile süslenmiş I-78 ve OLAĞANÜSTÜ flütüyle A Cure For The Common gösterilebilir). Prodüksiyondaki en büyük fark, Yen Lo’dan farklı olarak Preservation’ın eski tarzına dönüp davul looplarını da kullanması, oldukça da çeşitli kullanması. Örneğin Tree düeti Money In The Wild’da daha hareketli bir perküsyon varken ondan hemen önceki A Scholar’s Rock parçasında oldukça disiplinli, gergin bir perküsyon mevcut.

İncelemenin bu noktasında-incelem çok pozitif gittiği için- bu albümde kendi açımdan puan kırılabilecek kısımlardan bahsetmek istiyorum. Streaming istatistiklerinin sanatçıların nasıl müzik çıkardığını devasa boyutlarda etkilediği bir çağda albümlerde şarkı listesinin başlarında daha iyi şarkılara denk gelip sonrasında yavaşça dağılan albümler görmek daha olası, en azından kendi dinleme tecrübelerim bu yönde. EMWI bu noktada da aykırı ve ilk 4 şarkıda oldukça tökezliyor: ilk şarkı kulağı yakalamıyor çünkü yarattığı melodi yabancı ve gürültülü ayrıca vokal mixingine alışması zor, ikinci şarkı modern Doğu Yakası sahnesi için tipik ve sıradan kalıyor, üçüncü şarkıda Tree’nin flowu ortası olmayan şekilde ıska veya isabet, dördüncü şarkıda ise bu aralar inanılmaz formda Quelle Chris kendi standartlarının altında kalıyor.

Mach!

Fakat beşinci şarkı itibariyle- Mach Hommy’nin canı pahasına beatin üzerinde kaydığı I-78/Capillaries– albüm sonuna kadar Chicago, Detroit ve New York gibi sahnelerinin yeraltı üstadlarından yıldızı yükselen gençlerine şarkıya giren herkesin amaca uygun ve özen içinde rap yaptığı bir projeye dönüşüyor. Wan Chai albümde favori altyapıma sahip ve Nickelus F tüm sakinliği, karizması ve mizahıyla hem rap yapıyor, hem de beatin keyfini çıkarıyor( ek olarak, hiç yoktan Hidayet Türkoğlu referansı veriyor şarkıda.). Albümün yegane teklisinde, eski kaykay fenomeni, yeni jenerasyon rapçi Sage Elsesser (mahlasıyla Navy Blue), albümün kısa ama en etkili performanslarından birini gösteriyor. Bu şarkıyla birlikte lirikal içeriğin de konsept ile bağlanmaya çalıştığını fark edebiliyorsunuz. Siyah olarak yaşamanın zorlukları ve Hong Kongluların çileleri arasındaki paraleller, Navy Blue’nun sözlerinde çıkıyor karşımıza:

Waves crashing, the pain lashing, now my shadow on the floor
When I hit ’em I remorse
Tears channeling a force
Face fall on my hands
Clouds pass with the storm
Black boy, it’s okay to mourn
Recognize your growth
In this perspective ever more

Sonrasından gelen Billy Woods, kendinden alışılageldiği üzere “Lemon Rinds”de muhteşem bir vokal loop üzerine yoğun ve ırksal imgelerle dolu (özellikle şarkının ikinci kısmında) dizeler döküyor. 2014-17 aralığında kaydedildiğini düşünürsek Woods’un , COVID19 ve Black Lives Matter hareketindeki gelişmeler ile aynı zaman diliminde çıkan bir albüm için önsezilerinin oldukça güçlü olduğunu söyleyebiliriz.Gitar örneklerinin gitgide öne çıkmaya başladığı albümün bu kısmında en görkemli gitar loopu, Roc Marciano’nun eline düşüyor ve ürün olarak ortaya, kulağa seksenler mafya filminden fırlamış gibi gelen bir şarkı çıkıyor. Nezih bir kültür referansı olarak da Wong Kar Wai’ın ünlü filmi “In The Mood For Love”dan bir diyalog da mevcut. Correspondance parçası, Mach Hommy ile Your Old Droog’u bir araya getiriyor ve ikisi spaghetti western tarzı filmvari bir melodi üzerinde birbirleriyle lirikal olarak atışıyorlar. İkisinin kimyası görmezden gelinemeyecek seviyede. (Diğer Mach/Droog işbirlikleri için bknz. BDE, Desert Eagle, RST, Funeral March, Eedeot Bwoy)

Albümün en iyi şarkısının albüm üzerinde etkisi en büyük olan, Sanatçı listesindeki isimlerden bazılarını özellikle Preservation’a öneren ve stilini iyi bildiği Ka’dan gelmesi şaşırtmasa gerek. Preservation bu sampleı nasıl bulmuş bilmiyorum ama, mucizevi şekilde şarkının ilk dakikasındaki vokal örnek Ka’yı adıyla cevap veriyor, Ka da rap yapınca ona cevap veriyormuş gibi bir sahne ortaya çıkıyor. Son derece şiirsel, içe dönük, tam anlamıyla mistik bir şarkı. Yılın şimdiden en iyi şarkılarından olduğu- ve kalacağı- kesin. Sondan bir önceki şarkıda 90larda Showbiz ile oldukça güçlü bir dizi albüm yapmış A.G, Navy Blue’nun kaldığı yerden devam ediyor ve bu dönemdeki sivil rahatsızlık, hüzün ve siyah olmanın ağırlığı gibi konulara değinerek ağırbaşlı ve albümün nispeten melankolik melodilerinden birinin hakkını veriyor.

Preservation, “Zamanını yansıtan müzik yapmak gibi bir zorunluluk hissediyor musun?” sorusuna hem evet hem hayır cevabını veriyor bu röportajında. Birkaç yıl önce yapılmış olmasına, ve defalarca ertelenmesine, neredeyse enstrümantal olarak yayınlanmasına, ve kayıtların zar zor toplanmasına rağmen EMWI, Eastern Medicine, Western Illness’ın sorunun evet kısmında kaldığını rahatlıkla söyleyebilirim. Oldukça özgün- açıkçası şu vakitte “buna benzer böyle bir albüm vardır, bunu beğendiyseniz şunu da dinleyin” diyebileceğim bir iş yok- bir sesi yakalamayı başarmış ve kimsenin emeklerini esirgemediği albüm, kanımca dinleyenini dünyanın diğer bir ucunda neler olup bittiğini merak etmeye sürükleyebilecek görkem ve yücelikte bir iş.

Puan: 8.5-9/10

21 Haziran 2020

Buffalo sahnedeyse sayesinde: Griselda.

Griselda ya da Buffalo’yu sahneye taşıyanlar.. Hip-Hop, 70’lerde Amerika’da ortaya çıktıktan sonra günümüze kadar dokunmadığı köşe ve girmediği kulak bırakmadı. Başladığı New York ve çevresinde evrimini hiç durdurmamış hip-hop, altın çağ dediğimiz dönemde New York’u kendine iyice merkez bellemişken G-Funk ve Gangsta Rap’e evrilip bir süre sonra batıyı kendine ev edindi. Sonrasında gelen crunk, bass ve trap müzik evrimleriyle ise şu an hepimizin de bildiği gibi ana akım hip-hop’un kalbi güneyde, özellikle de Atlanta’da atıyor.

Atlanta Hip-Hop / Griselda

Tekrar New York’a dönersek, altın çağın başkentliğini yapmış şehir sahne ışıkları kendinden çalındıktan sonra bile yer altından üretmeye ve evrilmeye devam etti. Kimileri yerin altında şehrine ve onun sesine sadık kaldı, kimileriyse artık globalleşen ve bölgesel kurallara sahip olmayan hip-hop müziği doğu yakasında olmalarına rağmen ana akımın esintileriyle icra etti. Bu yazı ise, New York haritasında görmesek bilemeyeceğimiz bir bölge olan, kentsel çarpıklığıyla isim yapmış ve daha önce tek bir büyük isim bile çıkartamamış Buffalo’nun, büyüdükleri tozlu ve karanlık doğu yakası sesine sadık kalan ve dinleyerek büyüdükleri mafioso hayat stilini bizzat yaşamış adamlarla ilgili, yani Griselda.

Griselda, günümüzde Westside Gunn, abisi Conway the Machine ve kuzenleri Benny the Butcher’dan oluşan bir doğu yakası yeraltı hareketi. 2004’te kurucu Westside Gunn’ın Flyest Nig@@ In Charge Vol. 1 mixtape’i ile macera başladığında, mixtape’de konuk performansları bulunan abisi Conway çoktan şehir köşelerinde yaptığı freestyle’lar ile ismini duyurmuştu. Öte yandan Benny ve abisi Machine Gun Black de mixtape’de yer alıyordu. Fakat Gunn bu projeyi silah suçlarından ötürü hakkında çıkan tutuklama kararından kaçması ve sonunda yakalanıp iki yıl hapis cezası alması sonucu resmi olarak çıkartamadı.

Flyest Nigga In Charge - Griselda
Flyest Nig@@ In Charge

O dönemde silah suçları ve uyuşturucu dağıtımları sebebiyle sürekli bir hapiste bir dışarıda olan tüm grup üyelerinin bir ayağı da Atlanta’daydı. Westside Gunn ve diğerleri, güneyde geçirdikleri zaman dilimlerinde dönemin surata surata uyuşturucu parasıyla veya ‘hustling’ ile kazanılmış lüks hayat stilini vurmayı seven hareketli güney müziğinden etkilenecek ki özellikle günümüzde işledikleri konuların büyük bir kısmı da lüks hayat. Ayrıca Conway’in erken kariyer mixtape’lerinde 2000’ler T.I. ve Jeezy öncülüğündeki trap müzik seslerine rastlamak işten bile değil.

Aynı zamanda 2006’da Benny’nin abisi Machine Gun Black öldürülmüş, Conway kariyerine Atlanta’da devam ediyor, Benny Buffalo yer altı sahnesinde ismini yaymaya devam ediyor ve Gunn sessiz. Ta ki 2012’ye kadar. Conway Amerikan Greed projesinin tanıtımı için Buffalo’ya dönüyor ve Buffalo’da biri boynundan biri kafasından olmak üzere iki kurşun ile vuruluyor. Hayatta kalan fakat kalıcı yüz felci yüzünden bir süre rap yapamaz hale gelen Conway kariyerinin artık bittiğini düşünüyor. Conway’in Westside Gunn’ın The Cow şarkısında Machine Gun Black’in ölümü ve kendi vurulmasıyla ilgili aşırı üzücü verseünü de aşağıdan dinleyebilirsiniz.

Conway’in vurulmasıyla Westside Gunn, abisi ve Griselda için bir şeyler yapmasının gerektiğini farkedip aynı zaman diliminde tanıştığı ve günümüzdeki Griselda sesinin en büyük yapı taşlarından olan prodüktör Daringer ile Hitler Wears Hermes mixtape serisine başlıyor. Bu mixtape serisindeki amacı ise kendisinin de belirttiği gibi aynı anda hem backpacker dinleyicilere hem de uyuşturucu satıcılarına hitap ederken müziğinde güneyin gece kulübünde şampanya patlatmalı hayat stilini ve Buffalo’nun bir yerlere gelmenin bile hayal edilemediği kasvetli sokak hayatını harmanlamak.

Hitler Wears Hermes 5 - Griselda
Hitler Wears Hermes 5

2012’den sonrası ise Griselda için bir yükseliş hikayesi. Hitler Wears Hermes sonrası yeraltında tanınırlığını her geçen gün arttıran Westside Gunn, 2016’da ekipten çıkmış en iyi albüm olabilecek FLYGOD’ı çıkarttı. Kendisine projede her zamanki gibi Conway ve Benny’nin yanında Danny Brown, Action Bronson gibi ana akım başarısı yakalamış isimler de eşlik ediyor. Bunun yanında ekibe mentorluk eden mafioso rap dendi mi yeraltının saygın isimlerinden biri olan Roc Marciano, o zamanlar Griselda Records ile çalışan Dump Gawds ekibinden Mach-Hommy ve Your Old Droog gibi isimler de var. 2017’de Eminemin Shady Records’u anlaşması ve doğu yakası temsili meşalesini Wu Tang Clan’ın Raekwon’undan bizzat teslim almaları ile aldıkları en büyük onaylardan ikisini aldılar. 2018’de Benny the Butcher harika işi Tana Talk 3’yi ve Westside Gunn yine ekibin kataloğundaki en iyi işlerden birisi olan ve sert uyuşturucu jargonunu jazz ile buluşturan Supreme Blientele’yi çıkarttı. Albümde Raekwon, Jadakiss, Roc Marciano ve Busta Rhymes gibi doğu yakası veteranlarından yardım alırken bir yandan da batı yakasının büyük R&B ve neo-soul seslerinden Anderson .Paak ile çok yönlülüğüne ve ana akımı da ele geçirme isteğine dikkatleri çekti. Bir yandan Conway başarılı Everybody is F.O.O.D. serisine başladı ve Benny the Butcher 2019’da yılın en iyi albümlerinden biri olan The Plugs I Met’i çıkarttı. Black Thought, Jadakiss ve Pusha T gibi isimlerden de konuk performansları gördük ve albümden hemen sonra Jay-Z’nin Roc Nation’uyla Westside Gunn da dahil olmak üzere anlaşma imzaladı. Böylece Griselda’nın engellenemez bir büyümeye ulaştığını ve tüm rap topluluğunun saygınlığını kazandığını da farkettik.

Griselda
HWH7

2019 temmuzunda Westside Gunn’ın çıkarttığı Flygod is an Awesome God ve kasımda çıkan HWH7 projeleri bir yana, ekimde çıkarttıkları DR. BIRD’S single’larıyla ana akıma kadar seslerini duyuran ve sonrasında şarkıyı Jimmy Fallon’un programında ulusal televizyonda uyuşturucuyla dolu kirli ve ham müziklerini tüm ülkeye dinletmeyi başaran Griselda ekibi, Kasım sonunda single’ın devamında gelecek olan albümleri WWCD’yi çıkarttılar.

2020 ve Griselda.

2020 ise ekip için fena ilerlemiyor. Conway’in biri Alchemist ile biri Big Ghost Ltd ile ortak iki EP’si ve Westside Gunn’ın yılın en iyi albümlerinden biri olan Pray For Paris’i ile üretmekten ve sürekli yayınlamaktan asla çekinmeyen ekip yine üretkenliğine devam ediyor. Griselda’nın aynı zamanda modaya düşkün bir ekip olduğunu ve kendi markalarının da olduğunu söylemek gerekli. Pray For Paris de bu moda ilgisinden doğmuş bir proje. Westside Gunn Paris Moda Haftası’nda Virgil Abloh’un davetiyle en önden Off White sahnesini izliyor ve o hafta içerisinde aldığı ilhamla Pray For Paris’in büyük bir çoğunluğunu bitiriyor. Kapağını Virgil Abloh’a tasarlattığı ve tanıtımında “Sanatı satın alın.” gibi bir ibarede bulunduğu albümde emeği geçen isimler ise yıldız kadrosu. DJ Premier, Alchemist, DJ Muggs, Tyler the Creator, Joey Bada$$, Boldy James, Freddie Gibbs ve daha nicesi.

Griselda’nın kataloğu çok uzun olduğu için aşağıya mutlaka dinlemeniz gereken projeleri bırakacağım. Ayrıca aşağıdakileri severseniz dinlemeniz için Griselda ile yakın isimlerden iki albüm daha öneriyorum. Birisi adı Griselda’ya katılma dedikodularında geçen Boldy James’in Alchemist ortaklığında çıkarttığı 2020’nin en iyi işlerinden birisi The Price of Tea in China, ikincisi ise Mach-Hommy’nin, ekibi Dumb Gawds’ın Griselda ile arasının bozulup dissleşmelerinin başlamadan önce Griselda Records altında çıkarttığı H.B.O (Haitian Body Odor) albümü.

18 Haziran 2020

OTOSTOPÇUNUN LO-FI RAP REHBERİ. - 1

Lo-Fi, Lo-Fi Rap, ya da New York’un sLUms rönesansı. Thebe Kgositsile, bilinen sahne adıyla Earl Sweatshirt’ün 2018 çıkışlı albümü Some Rap Songs; hem sanatçının kendisi, hem dinleyenler, hem de içinde bulunduğu müzik piyasası için kalıplaşmışlardan oldukça radikal bir ayrılmayı temsil ediyor. Çıkalı 2 yıl dahi geçmemiş olmasına rağmen internet çevrelerinde şimdiden en kutuplaştırıcı rap albümlerinden biri haline gelmiş durumda: Eleştirmenlerden genellikle geçer not alan albüm, dinleyici kitlesi arasında doğası gereğiyle şiddetli anlaşmazlıklara yol açıyor. Albüm Earl’ün alışılageldik kelime oyunları ve kafiye şemalarını eski işlerinin aksine oldukça ayarsız flowlar, oldukça basite indirgenmiş şarkı yapıları (çoğu zaman nakaratsız bir 16 bardan ibaret) ve ilk dinleyişte kulağa oldukça odaksız ve bodrum katında kaydedilmiş gibi gelen bir prodüksiyon ile birleştiriyor ve Earl’ün mental sağlığı, yaşama tutunma çabaları ve geçmiş hatıralarına odaklandığı albüme son derece deneysel ve soyut alt tonlar katıyor.

Haliyle durum böyle olunca bir anda bu radikal değişimin neler/kimlerden beslendiğine dair araştırmalar başlıyor taraftar kitlesinin içinde. Earl de ilhamlarını çok saklamıyor, hatta albümün en öne çıkan şarkılarından “Azucar”da kendisi bu hareketin kimlerden geldiğini teker teker bildiriyor bizlere:

“Press, King, Navy, Med, MIKE on the bench”

Bu isimler, 2017’den beri sesini duyurmaya başlayan ve New York’un yeni jenerasyon rap sahnesini oluşturmak için rap müziğin en büyük sahnelerinden birinin normlarının dışına çıkan sLUms isimli kolektifin üyeleri ve bağlantılarından başkaları değil. Hip hop günümüzde yetenek havuzunun en çeşitli olduğu dönemlerini yaşıyor olmasına rağmen ana akım olsun yeraltı olsun toplu bir hareketin, ortak bir müzik estetiğinin eksikliğini çekmiyor değil. Bu durumun şafağında New York’un yeni jenerasyon rapçileri, J Dilla ve Nujabes’in vefatından sonra ismi YouTube ders çalışma müzikleri ve yatak odası prodüktörleri ile orjinalinden yozlaşan “Lo-fi” tarzı rap müzik yaklaşımları ile en azından rapin geleceği için çapı tam kestirilemese de bir Rönesans teşkil ediyorlar. Bu yazımda kendi dinleme tecrübelerimden de yararlanarak bu hareketin öncülerini, bağlantılı sanatçıları ve onların işlerini açıklayarak değerlendirmeye, bu yeni rap müzik estetiği içi dinleyiciye bir yol haritası çizmeye çalışacağım.

sLUms: Lo-Fi, Müzik ve Daha Büyük Şeyler


sLUms, New York çıkışlı- daha da spesifik olmak gerekirse Brooklyn- ve birbiriyle Soundcloud üzerinden tanışmış altı gençten oluşuyor: MIKE, Sixpress (yeni adıyla Adé Hakim) , Jazz Jodi, Darryl, King Carter ve Booliemane. Üyelerden Sixpress, grubu şu şekilde tanımlıyor: “Hayatta kaybolmuş birkaç çocuğun bir araya gelerek birlikte kaybolmaları ve kendilerini bulmaya çalışmalarından ibaret.” Sixpress daha sonrasında bu kaybolmanın günümüz yaşantısındaki hız ve değişkenliğin etkisine değiniyor ve müziğin grup içindeki etkisinden bahsediyor. Yarım ağız gülüyor ve “Birkaç yıldır aklımı kaybetmenin eşiğindeyim ama müzik beni sürekli çekip çıkarıyor. Müzik aslında hiç kimse olmasam da beni biri gibi hissettiriyor. Eğer müzik olmasa bazen kimse tarafından tanınmayacağımı hissediyorum.” diyor. Grubun- ve bu yeni rap alt türünün- öncüsü MIKE , müziği “hayatta anlık olarak yüzleşmek istemediğimiz durumlardan kurtarıcı, özgürleştirici bir güç” olarak gördüklerini söylüyor. Hatta siyah özgürlüğü, öz farkındalık ve yaşam zorlukları grubun projelerinde ortak olarak bulunan temalar.

Grubu bir araya getiren mücadele sorulduğunda da hemfikir bir cevap veriyorlar : “Amerikada siyah ve beş parasız olmak”. Bu kader ortaklığı onları her zaman elindekilerden bir şeyler yaratmaya ve siyah insanlarla birlikte, siyah müziği yapıp siyahlığı ifade etmeye yönlendiriyor. “Bu ülkede siyah olmak çok zor. Bazı insanların çılgın yaşam şartları var, ne bileyim yani iki evi olanlar falan var, bizim belki iki evimiz yok ama iki paket cipsimiz varsa bile onu altımızı doyuracak şekilde paylaşmasını biliyoruz.” diyor MIKE. Grup, herhangi bir seviye/sahnede performans gösteremezken freestyle atarak adlarını duyurmaya çalışıyorlarmış. Bunu herhangi bir sokak sanatçısı edasıyla anons vererek de yapmıyorlarmış, anın akışına göre trende, sokakta, markette, herhangi bir yerde serbest stil rap yapmaya başlıyorlarmış. Bu onların “hiçbir şeyden bir şeyler çıkarma” konseptinin temel pratiklerinden biri gibi duruyor. Bu pratiklerden bahsetmişken müzikal işlerinde bunların nasıl yer aldığını anlatmaya geçmem isabetli olur sanıyorum.

sLUms’ın ürettiği müzik özgün ve ayrı, fakat kendi içinde çeşitliliğe izin veren prodüksiyonlardan oluşuyor. Şarkılar nadiren modern kota olan 3-4 dakika arasına çıkıyor, nakarat şarkının bir öğesi olmaktan neredeyse kaldırılmış durumda (bazen bir veya iki cümlenin tekrarı şeklinde kullanılıyor). Beatlerde ritimi oluşturan herhangi bir öğe yok, varsa bile tozlu boom bap beatleri ile hayal ürünüymüş gibi gelen vaporwave tarzı looplar melodiyi oluşturmak için kullanılıyor. Bu hareketin içinde veya yakınındaki rapçilerin çoğunda hızı normalin oldukça altında; Guru, MF DOOM ve Earl Sweatshirt gibi rap-jazz eksenini birleştirmeye çalışmış kelime sihirbazlarından ilham alan monotonlukta flowlar kullanıyor.

Projeler içindeki şarkılarda sert geçişler ve araya özgürce serpilmiş gibi duran diyalog örnekleri mevcut. Peki bütün bunlarında karşımıza çıkan müzikal stil ne? Doğasında cilalalanmamış ve salaş olan, jazz müziğin eski doğaçlama tekniklerini andıran, kompleks ritmik etkileşimlerle, kişisel ve politik sözlerle donatılmış şarkıların puslu ve kendini direkt ele vermeyen bir tavra bürünmesine dayanan bir stil. Bu stil, yıllarca sokak sertliği, şiddeti ve güçlü personaları ile tanıdığımız New York sahnesine oldukça ters, hatta absürt düşen derecede “zaafları olan” ve normale yakın bir profil çiziyor. Onları dinlerken anlaşılabilecek tek bir şey varsa o da bu insanların hayatta belli zorluklarla mücadele eden gençler oldukları, ne daha fazlası ne de daha azı Bu noktada sLUms’ın küçük, sınırları gevşek bir kolektif olduğunu belirtmem lazım fakat şimdiden rap müziğinin geleceğine dair ümit vaat eden bir sanatçı topluluğu bir araya getirmek konusunda etkili oluyorlar, öyle ki doğrudan sLUms üyesi olmayıp üyelerle müzikal işbirliğinde bulunan bazı isimler daha şimdiden müzik medyasında çeşitli projeleriyle övgü ve takdir toplamaya başladılar (bu isimleri dinleme rehberimizin ikinci kısmında inceleme fırsatımız olacak).

ÜYELER

MIKE


sLUms’ın ve yeni yeni yükselen bu sesin en bilinen ve beklenen sanatçısı olan Michael Jordan Bonema, grup içinde tekniğini en çok geliştirmiş ve özgünlüğünü en yakalamış olanı. Annesi ve kız kardeşi ile İngiltere’de yaşarken izlediği grime videoları ile rap müziğe merak salan Bonema, 10-11 yaşında küçük küçük rap yazmaya başladıktan sonra 14 yaşında düzenli olarak rapmaya başlamış ve ilk kısaçaları Belgium Butter’ı yayınladı. New York’a taşındığı vakitte MIKE çoktan sürekli taşınmanın ve kültürler arasında sıkışmanın, en önemlisi de siyah olmanın politik anksiyetesiyle karşı karşıya gelmiş bir “Bronxlu iri yarı siyah bir vücuttu”. 2017’de ; ismini birtakım evrak problemleri nedeniyle Nijerya’da yaşamak zorunda kalan annesinin devamlı olarak gönderilerina yazdığı yorumdan alan projesi May God Bless Your Hustle’ı çıkardı.

May God Bless Your Hustle, MIKE’ın Bronx’tan Brooklyn’e yerleştiği dönemde hayatı, fiziksel ve mental durumu, depresyonu vs hakkında bir büyüme çağı hikayesi ve 2010lar sahnesinde depresyonun ifadesini en iyi görebileceğiniz albümlerden. Soul ve jazz örnekleri ile dolu altyapılar ardına MIKE derin kişisel yansımalarından tutun küçük bilgelik kırıntılarına, aynı anda hem kontrol sahibi hem de güçsüz hissettiren uyuşuk bir bariton ses ile hikayelerini anlatıyor. Ergenliğini MF DOOM beatleri üzerine rap yaparak geçiren MIKE’ın albümündeki ikinci şarkı Hunger ve altıncı şarkı Greedy, Kanye West’in College Dropout’ta ortaya çıkardığı chipmunk soul örneklerinden bu yana rap şarkılarındaki en etkileyici ve özgün vokal örneklemeleri oluşturuyor. MIKE’ın proje içerisindeki stilinin çoğunlukla Odd Future ve Earl Sweatshirt’ten etkilenmiş olması, ve aynı projenin daha sonra Earl’ü etkilemiş olması manidar. MGBYH’den sonra MIKE, müziğini gittikçe daha uca taşıyor (bazı tartışma forumlarında kendisinin rap stilinin neredeyse post-rap veya anti-hiphop olarak adlandırılması gerektiğini düşünenler ile karşılaşmıştım) ve depresyonun ifadesini giderek daha artan ve merkezi bir tema haline getiriyor War In My Pen’de. Tears of Joy ise en duygusal ağırlıklı ve “lo-fi” kalıbına oturan projesi.

Dinlenmesi esansiyel projeler: May God Bless Your Hustle, War In My Pen, Tears of Joy
Şarkılar: Pigeonfeet, Hunger, Greedy, Prayers, NeverKnocked, UCR, Sidewalk Soldier, Scarred Lungs 1&2

Adé Hakim (Sixpress)

ADE HAKIM ‐TOMB RAIDERS - YouTube


Grubun prodüktörü ve melodik altyapısının temelini hazırlayan Hakim, ayrıca MIKE’ın yaratmaya çalıştığı hipnagojik rap hissiyatının mimarı. Genç yaşına rağmen şimdiden yukarılarda bahsedilen boom bap ve vaporwave karışımı melodiyi imzası haline getirmeyi başaran, sample kesmek ve karmakta oldukça yetenekli bir sanatçı. Çok kompleks veya gelişmiş bir rapçi olmasa bile müziği önemli bir miktarda dürüstlük ve şeffaflık gösteriyor, bu da dinleyenlerde enerjik ve pozitif hisler bırakmaya müsait projeler oluşturuyor. Kendisi ayrıca videograf, animatör, editör ve kıyafet tasarımcısı ve sanatçıların özellikle Trump döneminde çoklu platformlardan kendilerini ifade etmeleri gerektiğine inanan, bu New York Rönesansı fikrinin en sıkı takipçilerinden biri. Kendisi Some Rap Songs’un çıkış teklilerinden “Nowhere2go”nun prodüksiyonunu üstlenmiş isim aynı zamanda.

Dinlenmesi esansiyel projeler: Untitled 1& 2 (Sixpress adıyla), HAPPIEST PEOPLE IN THE WORLD WIDE WEB, On to Better Things
Şarkılar: Ginger Tea, No Dairy ; Good People, It’s So Pure, Let Me Know, Forever In My Heart, Grandmas Spirits In The Air

Jazz Jodi (Jodi.10k)

Slums Lo-Fi Rap'e tanınmayan isimler katmaya devam ediyor.


Grubun 2016 çıkışlı ortak projesi “FRIENDS OF OURS”dan sonra pasif üye olarak kalsa da, grubun önemli prodüktörleri arasında ve yıllar geçtikçe çıkardığı projeler ile sLUms’a özgün tarzı daha çok yakalıyor-özellikle geçen sene çıkan projesi Time Will Tell- gibi gözüküyor. MIKE veya Earl’ün tarzı ilk başta girmesi zor geliyorsa tavsiyem, Jazz Jodi veya King Carter ile başlamanız çünkü flowları daha alışılageldik ve beatleri ilk dinleyişte kulağa daha bestelenmiş geliyor (beatlerinde trap synthleri, hi-hatler, ve belirgin drum kitleri mevcut; ki grubun diğer işlerinde nadiren görülen ögeler bunlar.).

Dinlemesi esansiyel projeler: I.O.P, GOOD INTENTIONS (ikisine de Bandcampten erişilebilir), Time Will Tell
Şarkılar: 98Blase, Clearpaper, Baby Daddy, Scottie 33, ZAR, youngbois ,cyph chico, Chuck, Vegan, January

King Carter

Slums Lo-Fi Rap'e tanınmayan isimler katmaya devam ediyor.


MIKE veya Earl kadar gelişmiş bir rapçi olmasa da King Carter, bu ikili kadar soyut olmaya ve sözlerini dolaylamaya/anlatımını sürekli şekillendirmeye çalışmadığı için sLUms tarzına giriş için daha uygun bir aday gibi duruyor. Kendisi grubun lirikal anlamdan en politik üyesi, kimi zaman da oldukça duyguları harekete geçiren anlatımları olabiliyor. Kendisi için sLUms bir grup değil kardeşlik demek ve düzenli yatacak yeri bile olmayan Carter’ın hala kendini geliştirebileceği çok alan var. Geçen sene Rago Foot ile işbirliği Prayers Ain’t Enough benim en sevdiğim sLUms projelerinden olmuştu ve King Carter’ın müziğe yaklaşımını ve gelecek potansiyelini göstermek için oldukça iyi bir örnek.

Dinlemesi esansiyel projeler: PRISONER OF MIND(SRS ve MGBYH ayarında bir proje sound olarak, en iyi işi), Prayers Ain’t Enough,
Şarkılar: Triple Double, Wad3, Run It Up, Armour King, smULs, My Pain, Not Today, S.I.M.B.A, SUNSHINE, SWOLLEN HANDS

Booliemane

Slums Lo-Fi Rap'e tanınmayan isimler katmaya devam ediyor.
Slums Lo-Fi Rap’e tanınmayan isimler katmaya devam ediyor.


Grubun bilinen ve onaylı üyeleri arasında en az aktif olanı ve hakkında en az bilgiye sahip olduğumuz üyesi. Kendisinin bir EPsi, şahane bir de DJ mixi mevcut, kısaçalara erişemedim fakat mix 7 dakikada oldukça kaotik ve bütünlüklü bir sLUms dinleme tecrübesi yaşatıyor, linkini şöyle bırakıyorum:

Yeni New York lo-fi ekolünün öncülüğünü eden ve sLUms kolektifinin sık işbirliğinde bulunduğu diğer sanatçıları dinleme rehberimizin ikinci bölümünde ele alacağız. Sağlıcakla ve hiphopla kalın.

16 Haziran 2020

GERİ GELDİLER! Run The Jewels 4 incelemesi.

Hip-hop artistleri arasında günümüzde hem veteran olmayı hem de bir o kadar da inovatif olmayı başaran nadir isimler var. Bu isimlerden ikisi ise kariyerlerinde 20’li yıllara girmiş Killer Mike ve El-P, nam-ı değer Run the Jewels. İkili üçüncü albümleri Run the Jewels 3’ten 4 yıl sonra geçtiğimiz günlerde sonunda serinin dördüncü parçası Run The Jewels 4‘ü yayınladılar.

Run The Jewels
Run the Jewels / Pixgood Wallpaper.

İkili önce yankee and the brave (ep. 4) ve sonrasında ooh la la olmak üzere iki single yayınladıktan sonra 5 Haziran’ı çıkış tarihi olarak belirlemişti fakat Amerika’da devam etmekte olan ırkçılık karşıtı protestolardan sonra ‘S*ktir et, neden bekleyelim ki? Alın size bu zor zamanlarda dinleyecek ham bir şeyler.’ gibi bir açıklama yaparak albümü 3 Haziran’da ücretsiz opsiyonlu -her albümleri gibi- çıkarttılar.

Peki ama Run The Jewels 4 nasıl ?

Run The Jewels 4 önceden yayınlanmış single yankee and the brave (ep. 4) ile açılıyor. Silah patlaması vari kickler gürültülü ve hızlıca surata surata vururken Killer Mike “Back at it like a crack addict, Mr. Black Magic – Crack a bitch back, chiropractic, Craftmatic” diyerek kendine has mizah anlayışı ile albümü açıyor. Açılış parçası olarak tüm yükümlülüklerini yerine getirmiş yankee and the brave. Albümün temasını, iki isimden de albüm boyu neler beklememiz gerektiğini ve albümün genel portresini gözler önüne sunmuş. Parçayı dinlerken tıpkı single kapağındaki gibi iki pislik kahramanın sırt sırta verip kanın gövdeyi götürdüğü tozun dumanın havada uçuştuğu bir sahnede silahlarını düşmanlara doğrulttukları bir sahnenin soundtrack’ini dinliyor gibi hissettim.

Run The Jewels 4
Run the Jewels 4

İkinci parça ooh la la, albümün ikinci single’ı, Gang Starr’ın DWYCK parçasının konuğu Greg Nice’ın birkaç saniyesinden döndürülüp nakarat haline getirilmiş ve şarkıya ismini vermiş bir sample’a sahip ve Gang Starr’dan DJ Premier parçaya scratch’leri ile eşlik ediyor. Ayrıca albüm boyunca Trackstar the DJ tarafından scratch’lere rastlıyoruz. Bu bir nevi ikilinin eskilere saygı gösterme biçimi olarak algılanabilir ki zaten El-P her Run the Jewels projesinin prodüksiyonunda eski ve kirli Brooklyn havalarını fütüristik ve kaotik bir hale döndürüp eskiye saygı gösterirken yeniye evrilmeyi de başarıyor.

Üçüncü parça out of sight, 2Chainz yardımlı ve El-P’nin 70’lerden bir soul şarkıyı döndürüp çizgi filmsi mod yükselten bir altyapıya dönüştürdüğü bir parça. Böyle bir altyapıda 40’larında ve garip mizah anlayışlarına sahip 3 yaşlı kurdun olmasıyla birlikte gülümseyeceğimiz bir parça olması kaçınılmaz olmuş. Killer Mike’ın “Vegan bitches, feed ’em dick ’cause they don’t eat no steak and lobster” ve 2Chainz’in “I’m cool as AC and you niggas, you just wannabes” veya “I buy a hot dog stand if I’m tryna be frank” gibi bar’ları bu kanımı destekler nitelikte.

Konusu açılmışken, Killer Mike ve El-P, Run The Jewels 4’te onlardan alışkın olduğumuz baba şakaları ve bel altı pis şakaları bir nebze azaltmış. İkilinin oluşturduğu serseri mayın umursamaz kahramanlarımızın bu albümde karakterlerinin daha oturaklı bir hale gelmeye başladığını görüyoruz ama henüz tam değil, biraz… Son olaraksa out of sight’ta beni en rahatsız eden şey 2Chainz’in verse’ünün beğenerek dinlesem de aranjesinin eğretiliği. Verse çoğunluğunda altyapı aşırı arka planda ve resmen boğuluyor.

Üçüncü parçanın ardından başlayan dördüncü parça holy calamafuck, Cutty Ranks’in Jamaika aksanıyla can verdiği “All them-a talk, them beat back them words” sözleri ve arkadaki kabile müziklerini andıracak dinamik perküsyonlu altyapıyla başlıyor.

Cutty Ranks’in de az çok belirttiği gibi, ikilinin kendilerine yönlendirilen nefret ve eleştirilere meydan okuyarak cevap vermeleri ve göğüsleri şişirip kendilerini bol bol övmeleri karşıyı da bol bol gömmeleri iskeletine kurulmuş bir parça. Hiçbir sözü yutmadan umursamaz ve özürsüz bir şekilde hedeflerinin yüzlerine çalıyorlar. Şarkının ortasında distorted ve gergin bir siren araya giriyor ve altyapı daha trap esintili bas ağırlıklı başka bir altyapıya dönüyor. El-P ise “Every other goddamned year I’m brand new – It’s been twenty plus years, you think that’s a clue? (Huh?) – Maybe this guy kinda kill what he do – He’s prolly that dude, he left enough proof” diyerek gövde gösterisi yapıyor.

Dediklerinde çok haklı diyerek ayrı bir konuya pencere açmak istiyorum. El-P diğer üç albümün aksine bu sefer birkaç adım daha öne atıyor. Prodüksiyonda her zaman bir canavardı evet ama kendisini uzun süredir böylesine rap yaparken görmemiştim. Bunu Killer Mike kadar agresif olmadan başarıyor. Şarkıya dönersek devamında Killer Mike yine kendine has karizmasıyla çarpıcı bir verse okurken arkada tekrar yükselerek beliren ve kıyamet gününü andıran gergin siren soyulmak üzereymişim hissiyatını veriyor. İsmi Run the Jewels -argoda soygun demek- olan ve ‘kapınızı tekmeleyip boynunuzdan zincirinizi koparıp alırız’ tavrında müzik yapan bir ikili için şaşırtıcı değil ve RTJ4’da da önceki albümlerde olduğu gibi bu hissiyatı gerilerek hissediyoruz.

Run The Jewels. CREDIT: Timothy Saccenti

Bir sonraki parça goonies vs. E.T. albümdeki en az favorilerimden biri ve diğer parçaların aksine değineceğim tek bir şey var. Şarkının sonunda ikili arasında geçen “May our tombstones read,They were nothing to fuck with” – Please say that shit again, Mike – “Wasn’t nothing to fuck with” (What?)” konuşması, beni yarattıkları karakterlerin ilişkisine değinmek istettirdi. Mike ekibin agresif, gürültülü ve her türlü pisliğe hazır ismiyken El-P ise onu gözlemleyen, arkasını kollayan ve sadece zamanı geldiğinde pisleşen partneri. Dikkat edildiğinde her şarkılarında aralarındaki bu ilişki görülüyor. Ayrıca evet, Run the Jewels uğraşmak isteyeceğiniz türden bir bela değil.

Albüm beklenildiği gibi hayli politik. Buna şu ana kadar değinmemiştim çünkü sıradaki parça walking in the snow’u bekledim. İkinci albümden sonra Run The Jewels 4’da da Gangsta Boo’dan nakaratıyla konuk performansı görüyoruz ve şunu söylemek gerekiyor ki şarkıya kattığı enerji bambaşka. Asıl değinmek istediğim nokta ise Killer Mike’ın harika verse’ünden “And you so numb, you watch the cops choke out a man like me – Until my voice goes from a shriek to whisper, “I can’t breathe”” dediği kısım. Bu verse, 2014 Eric Garner olayları için yazılmış olsa da yazıldıktan sonrasında patlak vermiş George Floyd cinayeti için de trajik bir rastlantı oldu. George Floyd da tıpkı Eric Garner gibi ‘nefes alamıyorum’ diyerek can verdi. Bir sonraki parça olan JU$T da bir hayli politik o yüzden bu paragrafa onu da alırsam eğer, Run The Jewels 4 diğer albümlere göre farkettiğim ilk şey, ikilinin öfkesi bir önceki albüm olan Run the Jewels 3’ye göre birkaç tık azalmış fakat eskisi gibi bu öfkeyi saçıp savurup ortalığı yakıp yıkmaktan daha çok bu sefer ki amaç bu öfkeyi doğru kanallara odaklamak olmuş.

Bu fotoğrafın Günlük Kiralık dairede çekildiğine yemin edebilirim ama kanıtlayamam

Pharrell ve Politik İğnelemeler.

JU$T’a dönersek alaycı denilebilecek El-P altyapısının üzerine Pharrell Williams da aynı tavırda “Look at all these slave masters posin’ on yo’ dollar (Get it? Yeah)” diyerek ekonomik sistemi ve maalesef etkilediği dünyayı tiye almış. Rage Against the Machine solisti ve El-P’nin eski dostu Zack de la Rocha performansı da gözlerden kaçmayacak kadar sert ve surata vuran cinsten. “But the breath in me is weaponry – For you, it’s just money” şarkının temasını özetleyen ve göze çarpan sözlerden birisi.

Kapanışa yaklaşırken hemen bir öncesindeki parça olan pulling the pin, dramatik elektronik gitar riffleri ve Mavis Staples’ın varlığı ile bambaşka bir duygusal yoğunluğa ulaşmış. Run the Jewels’un iki ismi ise kariyerlerine yakışır harika performanslarla karşımıza geliyor. Kapitalizmi hedef alan bir şarkı olmasının yanı sıra kapitalist sistemle savaşın sadece fiziksel olmadığını ve ruhani bir savaş içerisinde olduğumuz gerçeği de ortaya seriliyor. El bombası metaforlu çaresiz ve duygusal nakaratını okuyan Mavis Staples projenin en etkili konuklarından birisi olmuş.

Albümün kapanış parçası ve benim favorim olan a few words for the firing squad (radiation), albümün never look back beraberinde başlayan ve sonrasında devam eden duygusal ve sanatçıların iç dünyalarını bir nebze fazla yansıttıkları kısmının zirvesi. Kendilerini idam etmek üzere doğrultulan silahların karşısında cellatlarına söyledikleri son sözlerini tema edinmiş şarkıda ikilinin kendi iç dünyalarını dışavurumlarına, canlarını yakan şeylere ve içlerinde bulundukları acımasız sisteme kustukları nefrete şahit oluyoruz.

Killer Mike “Go hard, last words to the firing squad was, “Fuck you too“” gibi çarpıcı bir cümleyle şarkının ve albümün son verse’ünü noktaladıktan sonra bir süre devam eden enstrümantal ufak bir keman melodisiyle duraksıyor ve birdenbire şarkı boyunca devam eden saksafon melodileri heybetli bir saksafon solosuna dönüşüyor. Solo devam ederken gürültülü bir şekilde yükselen akor yürüyüşü ise enstrümantalin gerginliğini hat safhaya çıkartıyor. Bu enstrümantal kısımı ikilinin öldürüldüğü an olarak yorumlamak çok da şaşırtıcı olmaz.

“Go hard, last words to the firing squad was, “Fuck you too””

Sonrasında gelen Matt Sweeney’in kapanış sözleri ise bize Yankee and the Brave’in hikayesinin kapanışını veya açılışını yapmış. Açılış da olabilecek olmasının sebebini ise kendi fikrim olarak anlatayım. Evet şarkı cellatlarına son sözleriydi fakat bence şarkı tüm diskografilerinin açılışı da olabilirdi. İki serseri mayın adam cellatlarına -yani sisteme- karşı sabırları dolduktan sonra isyan ediyor ve bir savaş başlatıyor. Şarkı da Run the Jewels olarak savaşa girmelerine sebep olan tüm kırgınlıklarını ve nefretlerini sergiliyor. Artık El-P ve Killer Mike yok, Yankee ve Brave var. Şarkı bitiminde Matt Sweeney bize artık bir savaşa girmiş bu ikiliyi tanıtıyor. Bu fikrimi açıkladıktan sonra şarkıya dönersem demek istediğim son bir şey var. A$AP Ferg yardımlı country müzik vari kapanış kısmı şarkının gergin enerjisinin yanında absürt kalmış ve olmasa da olurmuş.

Şarkı şarkı inceleyip albüm için yaptığım tümevarımlardan sonra özetlemek gerekirse Run the Jewels benim gözümde diskografilerinin en iyi albümünü çıkartmış. Kalabalık yapan tek bir şarkı bile yok, agresif, politik ama çok daha bilinçli, El-P’den yenilikçi ve gürültülü bir hardcore rap prodüksiyonu da cabası. Run the Jewels diskografisinin en Brooklyn esintili prodüksiyonu diyebilirim. Gürültülü prodüksiyonunun esintisinin gürültülü bir şehirden gelmesi olduğunu da böylece çok daha net anladık. Albüm 2020’nin yarısını bitirmek üzere olduğumuz şu günlerde benim için şimdilik ilk beşte. Bakalım 2020 daha nasıl albümler verecek ve bakalım Run the Jewels bizi ne zaman koleksiyonlarının beşinci albümüne kavuşturacak. Okuduğunuz için teşekkürler!

14 Haziran 2020

SHAHMEN ile Röportaj - KİMSE TAŞIDIĞI İZLERİN SAHİBİ APTAL OLSUN İSTEMEZ

2018 tarihli, arşivden yayınlanmamış bir iş: Shahmen ile Röportaj…

Merhaba BLESS. Seni görmek çok güzel. Klasik bir giriş yapalım istiyorum. Shahmen’in harika bir kuruluş öyküsü var. Tekrarlamak ister misin, her şey nasıl başladı?

2006 yılının kış aylarında Amsterdam’daydım. Bir vasıta ile Sense ile tanıştık. Birçok prodüktörle çalışmıştım fakat hala yeni bir şeyler arıyordum. Sense’in The Q4 isimli harika bir grubu vardı. Müthiş şeyler üretiyorlardı. Sense’in tarzını çok beğeniyordum. New York’a döndüğümde The Q4’un altyapılarından biri üzerine bir demo kaydettim. 2007 yazında Amsterdam’a giderken kafamda tek bir fikir vardı. Sense ile bir albüm yapmak istiyordum.

Amsterdam’da buluştuk, bir şarkı üzerinde çalışıyorduk. Ona kafamda bir ortak albüm projesi olduğundan bahsettim. Biraz isteksiz davrandı. Stüdyodan çıkarken söz yazdığım defteri stüdyoda bıraktım. Aynı gece Sense beni arayıp stüdyoya kayıt yapmak için davet etti. Shahmen o gece doğmuş oldu. Sonraki üç yıllık süreçte stüdyoda çok fazla zaman geçirdik, birlikte seyahatlere çıktık. Birbirimizi çok etkiledik, aynı zamanda birbirimizden çok şey öğrendik. İlk albümümüzü 2010 yılında yayınladık ve birden işler değişti. İlk albümden sonra onlarca şirketten teklifler yağmaya başladı. Fakat bu bir grup işiydi. Tüm anlaşmaları reddettim ve müziğimiz kulaktan kulağa yayılmaya devam etti. Billboard listeleri, radyolar, pr çalışmaları olmadan bir Avrupa turu yapmayı becerdik.

Bütün bu cümbüşün sırrı kulaktan kulağa yayılarak kopması, değil mi?

Tam olarak öyle oldu diyebiliriz. Pr çalışmaları ile ilgilenmektense müziğimiz ile ilgilenmenin daha önemli olduğunu düşündük. İnsanlar da bizim hikayemize bir şekilde ortak oldular. Her zaman söylerim; bu müziği hisseden, paylaşan, çevresindeki bir kişiye dinleten herkes Shahmen’in bir parçasıdır. Çünkü meselemiz hep kendi tarzımızı yaratmak ve insanlara dokunmaktı. Herkes ayağını dış etkilerden korumak için ayakkabı sahibi olmak ister. Ancak etiket bağımlıları herhangi bir ayakkabının bir Air Jordan’dan teknik olarak bir farkı olmadığını anlamazlar.

Moda burada devreye girmiyor mu?

Tabii ki öyle. Moda sana Air Jordan’ın bir ayakkabıdan daha fazlası olduğunu söyletir. Tüm bu reklam dünyasına kanarsan Air Jordan’ı çekici bulursun. Halbuki bir şey sana yakıştıysa, gözüne güzel görünüyorsa zaten çekicidir.

Melodilerin arasında mutluydum

Shahmen

Bir teoriye göre bazı insanlar bilinçaltlarında melodilere, bazıları ise ritimlere yakındır. Daha önce çello ve bateri çalmış, hala rap yapan bir sanatçı olarak kendini nereye yakın hissediyorsun?

Melodilerden geliyorum. Çünkü melodi müziğin varlık sebebidir. Şarkı sözleri yazmadan önce çello çalıyordum. Bu nedenle melodilerin ne kadar kuvvetli olabileceğini biliyorum. Bir şarkının introsu seni o müziğe bağımlı hale getirebilir. Melodilerin arasında mutluydum ama bana yetmediğini hissetmeye başladım.

Sözlerimle beraber bir bütünlük içerisinde olduğunda daha kuvvetli bir müzik ortaya çıkarabileceğimi düşündüm. Kendrick Lamar söylenene göre sadece bir metronom üzerine söz yazıyormuş. Sadece ritmi bilerek koca bir şarkıyı oluşturuyor. Ben bu durumun tam karşı caddesindeyim. Stüdyoda tüm gece altyapıyı dinleyip bana ne söyleteceğini görmeden bir şarkı yazmam mümkün değil. Hatta çoğu zaman bu dinleme süreçleri bir şekilde o melodiye müdahale etme ve onun üzerinde değişiklik yapma aşamasına geliyor.

Benim en kritik dönemecim sanırım müziği çok sevdiğimi fark ettiğim andı.

Shahmen

Hepimizin hayatında bugün olduğumuz kişiyi var eden dönemeçler, fikirlerimize yön veren önemli köşe taşları, ışığı içeri sızdıran çatlaklar bulunur. Senin hayatındaki en kritik dönemeç neydi?

Hayat tuhaftır. Hem de çok tuhaf. Bir bahçıvan ya da marangoz çok basit bir iş yapıyor gibi görünmelerine rağmen dünyanın en sofistike işlerini yapıyorlar. Sadece görev olarak yaptıkları şeyler insanları mutlu ediyor. İnsanları mutlu eden bir şey yaptığında, yaptığın şeye karşı gerçekten bir ilgin olmasa bile, otomatik olarak mutlu oluyorsun. Ben bu dünyaya müzik yapmak için geldiğimi hissediyorum. Müziğin bir parçası olmaktan her zaman mutluluk duydum. Rap yapmaya ara verip film yapmakla ilgilendiğim bir dönem olmuştu. İnsanların müziğimizle hala ilgileniyor olması beni tekrar ateşledi. Benim en kritik dönemecim sanırım müziği çok sevdiğimi fark ettiğim andı.

Bazen sevdiği kişiyle, işle ya da herhangi bir şeyle arasına mesafe koymak insanın işine yarayabiliyor. Ne dersin?

Tüm büyük sanatçılar kariyerlerine ara verdiklerinde çok daha kuvvetli geri dönüş yaptılar. Bence haklı olabilirsin. Verdiğin ara deneyimlerinin demlenmesini sağlıyor sanırım. Amsterdam’dayken Felemenkçe öğrenmeye başlamıştım. Her gün televizyonda, radyoda, yolda giderken Felemenkçe konuşmalar duyuyordum. Amerika’ya döndükten sonra hiç Felemenkçeye ihtiyacım olmadı fakat dört yıl sonra otobüste Felemenkçe konuşan iki genç kız gördüğümde bu dili hala konuşabildiğimi fark ettim. Aklımın bir köşesinde hala durduğuna inanamamıştım. Çoktan unuttuğumu zannediyordum.

Shahmen ile Röportaj tam gaz devam :

Kendini nereye ait hissediyorsun? Stüdyo mu, sahne mi?

Çok tuhaf. Sahnede olmak bir seyahate çıkmak gibi. Hayatın boyunca çıkmak istediğin bir seyahati düşle ve içine bir sürü stres ekle, tam olarak öyle bir şey. Havaalanına geç kalabilirsin, aktarma uçuşun dört saat rötar yapabilir, kredi kartını kaybedebilirsin, telefonun bozulabilir, kız arkadaşınla tartışabilirsin… Bu tip streslerin tamamı bir albüm turnesinin eksik olmayan parçaları. Stüdyo ise daha tuhaf bir ortam. Çünkü orada ürettiklerin seni bu stresli turne planının sahibi ve onlarca farklı hayatla tanışacağın bir sürecin parçası yapıyor.

Birileriyle tanışmak konusu, özellikle bu müziğini dinleyerek bağ kurduğum biriyse, bana hep korkutucu geliyor. Sanırım hayatta en can sıkıcı an, hayranlıkla dinlediğin birinin aptal olduğunu anladığın an…

Çünkü tanışana kadar onu bir arkadaşın gibi görürsün. Seni etkileyen her şey bugün olduğun kişi üzerinde iz bırakır. Kimse bu izlerin sahibinin bir aptal olmasını istemez.

Bir müzisyen olarak hangi sorunun peşinde koşuyorsun?

En büyük meselem kendimi tatmin edebilmek. Çünkü kendimi tatmin edemezsem müziğimin bir başkasına keyif vereceğine ikna olamam.

Keyiften bahsediyorsak söylemem gereken bir şey var. Müziğinin yanı sıra Instagram hesabın da bana çok keyif veriyor. Yeni işlerinden, stüdyoda geçirdiğin süreçten ziyade seyahat ettiğin yerleri insanlarla paylaşıyorsun. Çokça seyahat eden birisi olarak favori şehrin neresi?

Bu konularda objektif olabilmek çok mümkün değil. Değişik zamanlarda değişik şeyler arıyorum. Bir sıralama olmaksızın bazı şehirlerin ismini verebilirim. Defalarca seyahat ettiğim Los Angeles’ı çok seviyorum. Çünkü Los Angeles’ı gerçekten bildiğimi hissediyorum. California ise evim. Amsterdam’ın kalbimde çok ayrı bir yeri var. Kendimi gerçekten bir yabancı gibi hissettiğim ilk yer orasıydı. Cape Town ve Tulum’u da çok severim ama ilişkimi şehirlerden ziyade insanlarla kurduğumu söyleyebilirim.

Son olarak sana dünyanın en basit sorularından birini soracağım. Mutlu musun?

Bu aynı zamanda dünyanın en zor sorusu, biliyorsun değil mi? Kesinlikle mutluyum. Bunu çok net bir biçimde söyleyebilirim. Her şeye rağmen mutluyum.

Shahmen Röportajı sonrası.

4 Haziran 2020

Yeni Şehir!

Selam. Hoşgeldin, Şehir ve Ritim’in yeni biçiminden merhaba. Güçlü, Agresif ve hızlı.


Bir yılın ardından…

Bu tivitten bir gün sonra ise Irene Headen’in 2007 tarihli “Hip-Hop Beyaz Sanatçılar ile beraber aynı kalabilir mi?” makalesinin çevirisi ile blogun startını vermiştim.

24 Ocak itibariyle attığım tivit ile yıllardır gayr-ı ciddi gerçekleştirdiğim “rap müzik blogger”lığını “içerik üreticiliği”ne döndürmüştüm. Daha sonrasında 4 ay süren Flow Radyo macerası ve Temmuz itibariyle başlayan Şehir ve Ritim Podcasti. Her birinin bana kattığı çok şey olsa da, en büyük ve şaşırtıcı olan Podcast çevresinde kemikleşen kitleydi. Bu durumla beraber “Türkçe Rapin daha çok içerik üreticiye ihtiyacı var” gerçeğiyle yüzleşerek, daha geniş paletlerde içerikler üretmeye başladım.

Yeni Şehir, hoşgeldiniz.

Bu bir yıllık süreçte beni destekleyen, yardımcı olan herkese teşekkür ederek yeni bir yola giriyorum. “Yeni” eki göz korkutmasın, herhangi bir “genele hitap edeyim” / “reklamcı dostu olayım” gibi bir kaygıya sahip olmadan kültür adına hem bireysel hem de ekip olarak devam edeceğiz. Evet, ekip.

Şehir ve Ritim önümüzdeki Üç ay boyunca bir çok isimle beraber bir test sürüşüne çıkıyor; Flow Radyo’daki yazılarını oldukça beğendiğim Su, Wannart’ta yazdığı müthiş içeriklerle radarıma giren Mustafa, Twitter’da dinleyiciliği ile beni hayran bırakan Batu, Kalemini daha da çalıştırmasını can-ı gönülden istediğim Guerrilla Republik, Yine dinleyiciliği ile takdirimi kazanmış Alparslan ve Necip Mahfuz.

Öncelikle yükselmeleri bir tarafa bırakıp gerçekleri konuşmak gerek; önümüzdeki süreçte, en azından şimdilik burası hala benim kişisel blogum gibi görünmeye devam edecek, zira Sosyal Medya üzerinde “sadece gönderileri paylaşan kuru bir sayfa” olarak varolma fikri Şehir ve Ritim’in yüzünü – ismini eskitecek bir olay. O yüzden, yavaş adımlarla bir “marka” yaratmak, her zaman için daha sağlıklı.

Peki ama bu yeni Şehir ne amaçlıyor ?

Yıllardan beri en çok istediğim üç şey; “Türkçe sözlü Rap Müzik için düşünce gelişimini sağlamak” “Bir külliyat oluşturmak” ve “Bu iş üzerine yazıp çizen bir avuç insanı bir araya getirmek”. Yeni görünüşü ve duruşuyla bunu kısmen de olsa başarabileceğimize inanıyorum.

Şehir ve Ritim, bir Hip-Hop’a giriş sitesi değil ve sanırım ben oldukça böyle bir site olmayacak. Amacım her zaman bu kültürün içerisine bir şekilde girmiş ancak yolunu bulamayan gençlere bu kültürü iyice tanıtmak ve kavramalarına / sevmelerine yardımcı olmak. Bu eksende Albüm çevirileri – Makaleler – Yazılar – Röportajlar ve İncelemelerle kültürü ihya edeceğimize inanıyorum.

Harekete kimse mani olamaz.

Şehir ve Ritim yukarıdaki “görevini” gerçekleştirirken, okuyup keyif almak dışında yapabileceğiniz “en büyük” şey, sosyal medyada paylaşarak sesini daha fazla insana duyurmak. Site üzerindeki “sosyal paylaşım” butonlarıyla yapılacak her paylaşım, girilen her entry değerli 🙂 Ayrıca Sosyal Medya sayfasına sahip her Şehir vatandaşı için ufak bir görsel aşağıda bulunuyor.

Hip-Hop’la kalın.