22 Ocak 2022

Tekrarlanmayacak bir Rap Müzikali : Prince Paul ve A Prince Among Thieves

 


Hiç düşündünüz mü bilmem ama, hip hop hikayesinin yazımı bittiğinde rap, kimlik ve öz tanıtım gibi konulara takıntılı, sanatçının hevesinin ve umursama durumunun onu sadece satış rakamları için müzik yapan bir endüstri bitkisine dönüştürebileceği gibi her şeyi kasıntı bir şekilde ve aşırı icra ederek potansiyelli işlerin israfçısı durumuna da düşürebileceği, acımasız bir müzik türü olarak anılacak. Tarih boyunca da böyleydi, hatta ve hatta sanatçının aşırı hevesinin çabalarının eleştirel övgülere ve çoğunluk beğenisine sonuç verdiği zamanlarda bile böyle. Aslına bakacak olursanız bu yazı da onlardan birine, tarihte bir ilke- ve maalesef teke- , bir anomaliye, odaklanıyor. Bu, 90ların dışlanan piyasa çocuğu Prince Paul’un başyapıtı olan rap operası “A Prince Among Thieves”e odaklanıyor.


Sahne Işığından Gölgeye: Prince Paul’un Yükselişi ve Düşüşü…

Yanlış anlaşılmasın; Paul “Prince Paul” Huston, bu kültüre tarihçilik yapan ve onun içinde bulunan insanların unutmayacağı, saygı ve hürmetlerini sunacağı bir prodüktör. Kendisi 90ların ve genelde hiphop müzik kanonunun en önemli işlerinin altyapılarını dizen, birlikte çalıştığı her sanatçının güçlü yönlerini ortaya çıkaran; müziğini tahmin edilemez, ustalıkla kesilmiş, olağandışı ve komik ses döngüleri ve durakları ile doldurmuş bir kişi sonuçta. Fakat Paul’un piyasa içindeki tanımlayıcı özelliği her zaman dinleyici- sanatçı fark etmeksizin “aykırılar”, “garipler” ve “ineklere” yoldaş olması oldu. İlk büyük rolü zamanın aykırı grubu ( canlı enstrümantasyon kullanmaları sebebiyle) Stetsasonic için DJlik yapmak oldu, ve grup bu janranın ilk “sampling kendi özünde ayrı bir sanat formudur” savunmalarından birini gerçekleştirdiğinde ve müziklerine uyguladıklarında yanlarında yine o vardı. De La Soul ile olan ortaklığı kendini ekstra garip, rağbetten uzak görenler için bir hedef noktası ve idol oldu. Özellikle De La Soul’un ilk üç albümlerinde zamane hiphop anlayışının geleneksel bilgi ve kalıplarına karşı verdikleri mücadele günümüzde bile meyvelerini veren “alternatif hip hop” anlayışının oluşmasını, temsil edilmesini ve vurgulanmasını sağladı. Birkaç örnek vermek gerekirse, James Brown’un iliği sömürülmüş kataloğuna yanaşmaktansa Paul, Sly and the Family Stone’dan tutun Johnny Cash’e kadar o zamana kadar sample bazlı müzik yapımcılarının elini sürmediği kayıtlara bulaşmıştı. Zamanın rap oluşumları ne kadar “harbi ve sağlam” olduğunu kanıtlamak için yarışta iken De La Soul şarkılarında kendileriyle şakalaşıyordu. De La Soul’un başarısı ve beğenilmesi bir süreliğine Paul’u bazı büyük isimlerin gözde prodüktörü yaptı, bu süreçte Boogie Down Productions, Queen Latifah, Big Daddy Kane, Slick Rick gibi isimlerle çalıştı.  90’ların başında prodüksiyon ve çalışma anlamında bir kuraklığa denk geldiğinde ise, endüstriden yüzü ekşimiş başka bir prodüktör/MC Robert “Prince Rakeem” Diggs ile tanışıp biriktirdiği bıkkınlık ve depresyonu pikaplara yansıttı, sonucunda da yeni horrorcore grupları Gravediggaz için elinde bir beat topluluğu vardı. İşte o Gravediggaz daha sonra RZA olarak tanıyacağımız Diggs için hayata yeni bir açıdan bakış sundu.

90’ların sonraki yarısı ise bambaşka bir hikaye. O zamanlar sanatçılar için günümüzdeki gibi yıllarca gündemde kalma veya şirket anlaşmasına sahip olma gibi durumlar söz konusu değildi. Çoğu rapçi 3. Stüdyo albümünü görmeden siliniyor ve kayıtlara karışıyordu. De La Soul’un dördüncü albümü ile birlikte Prince Paul ile aralarında artık göz ardı edilemez bir sanatsal görüş ayrılığı çıkmıştı. Üstüne üstelik Batı Yakası’ndan yükselen gangsta rap akımı ve G-Funk melodisi artık Paul’un prodüksiyon stilini caziplikten uzak kılıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi problemli bir ilişki sonucunda eşini, sonrasında da çocuğunun velayetini kaybetmişti. Parasız, işsiz ve ruhsal açıdan sağlıksız Paul, unutulmuş, kenara atılmış, hor görülmüş hisseder haldeydi. 1996 albümü “Psychoanalysis: What Is It” , bu zihniyetten doğan bir ürün, ve doğal olarak dinleyenin içini gıcıklayan, rahatsız edici, oldukça garip bir albüm. Paul albümden “yaptığım ve yapacağım en acayip iş” olarak bahsediyor, albümü ise kariyerinin sona erdiğinin bilincinde olduğu ve eğer öyleyse de kendisinin istediği şekilde olmasını istediği için yaptığını belirtiyor.


….Ve Tekrar Yükselişi: Yeni Bir Konsept

Senaryoyu düşünelim: bezgin bir hip hop prodüktörü, ürkütücü, hastalıklı, paranoyak ve dengesiz bir konsept albüm ile aklını nasıl kaybettiğini piyasaya duyurmak ve kariyer intiharı yapmak uğraşında.
100 kere tekrarlansa en az 96 kere söz konusu sanatçı bunda başarılı olurdu, fakat zamanlama her şeydir, ve bu senaryoda da zaman 1996’ydı, hiphop piyasasının gizemli bir maskeli adamın doğumuna – ismini yazmadım, bu yüzden caps lock açmama gerek yok, değil mi?-şahit olduğu ; Dr. Octagon, Juggaknots, Company Flow gibi yeraltı oluşumlarının dinleyicileri soyutlukları ve alışılmadık tarzları ile sarstıkları bir dönemdi. Bu güncellemelerin ışığında Psychoanalysis, dinleyicinin gözüne ve kulağına Prince Paul’u tekrardan ilginç ve kayda değer bir figür kılmaya yetecek şekilde bestelenmiş bir iş haline geldi. Öyle ki albümün kazandığı ani rağbet, Tommy Boy Records’ın Paul’a yeni bir albüm yapması ve Psychoanalysis’in tekrar basımı için teklif götürmesine vesile oldu. 
Tommy Boy, o zamanda Paul’un anlattığına göre imzaladığı sanatçılar için belirli formüller ve sınıflandırmalar yapan bir şirketti. Coolio ve Naughty by Nature gibi isimlerden halihazırda satış rakamları ve radyo hitleri elde ediyorlardı, Prince Paul kendisinin bu amaçla imzalanmadığının farkındaydı. “Söz konusu ben olunca şirket eğlenceli ve yaratıcı yönlerini pekiştirmek istiyordu” diyor kendisi rolü hakkında. Anlaşmanın diğer kısmına gelince, şirket Paul’a istediğini yapabileceğini söylemiş ve Paul albüm için 91’den beri aklında olan konsept albüm fikrini oluşturmaya başlamış. Paul’un dediğine göre amacı hep “kayıt üzerinde bir film” ve “yetişkinler için bir çocuk albümü” yapmakmış fakat ilk başlarda kafasında sadece “iyi kötüye karşı” ve “eski MC/yeni MC” temaları mevcutmuş. Bunun için de tavsiye almak adına Psychoanalysis albümünü çok beğenen, sonrasında Paul’a Grammy kazanacağı albümü Roll with The New için prodüksiyon görevi veren Chris Rock’a danışmış. Rock “ne yaparsan yap ama senaryonun sonunu kesinlikle belirle ve kalanı sonuna ulaşacak şekilde yaz” demiş.

Hırsızlar arasında Prens

Yazımızın albümü irdeleme ve inceleme kısmına geldiğimize göre, şöyle acı verici bir istisna/kaide gerçeğini sizlere hatırlatmak isterim:

Kaide: Konsept rap albümleri oldukça zayıf, hatta çoğu zaman hikaye akışına sahip, genelde ortak temalara bağlantılı ama birbirlerine o kadar da bağlantılı olmayan, bağlantılı olduğu zaman da çıplak kulakla dinlendiğinde deşifre edilmesi için ciddi bir yatırım ve araştırma isteyen bir albümlerdir. En iyi örnekleri bile bütün bir proje boyunca uyum içinde bulunan ve gelişen bir hikaye/zaman dilimi önermez

İstisna: Prince Paul’un A Prince Among Thieves albümü.


 Paul albümün hikayesini oluşturmak ve gerçek bir hikaye anlatmak için oldukça kafa patlattıktan sonra kendi hayatındaki hayal kırıklıklarını, başarısızlıklarını, müzik piyasasından çektiklerini, velayetini kaybettiği çocuğu ve partnerini düşünmüş ve anlatmak istediği hikayenin ana fikrini bulmuş: “Kötü adam her zaman kazanır.”

Hikayenin dolambaçsız olması gerçekten aldığı ilhamı düşünürsek şaşırtıcı değil: Yetenekli ve yolu açık rapçi Tariq, Wu Tang ile yapacağı görüşmeye yetiştirmesi gereken demo için bin dolara ihtiyaç duymaktadır ve uzun zaman dostu, kendisi bir zamanlar MC olan Tru’dan yardım ister. Tru, bu fırsattan yararlanmayı hedef bilir ve Tariq’i fahişeler, suç örgütleri, silahlar, uyuşturucular ve acımasız polislerle dolu bir dünyaya sokarak onun annesi, kız arkadaşı ile olan ilişkilerini bitirme noktasına gelir, kendisi de Wu’yu etkileyerek piyasaya girmeyi başarır. Albüm Tariq’in vurulup ölmesi ile başlar ve bu noktaya kadar gelişen olayları anlatır.

Bu albümü neyin özel kıldığını açıklamak için vurgulamamız gereken iki mesele var. Birini sizlere, sayın okuyucuya sormak istiyorum: Muhtemelen kaç defa bir 90lar çıkışlı rap albümü dinlerken araya giren skit parçanın albümün tüm temposu ve enerjisini baltaladığına şahit oldunuz? Soruyu biraz daha dallandırmak gerekirse, dinleyicilik deneyiminizde skit parçalara ne kadar dikkat ettiniz? Çoğu zaman dinlemeden geçtiniz mi mesela? Paul şüphesiz bu durum hakkında oldukça gözlemde bulunmuş olmalı, şayet 35 şarkılık, 77 dakikalık A Prince Among Thieves’in arkasındaki sürücü güç; anlatımı taşıyan, bütün hikayenin içinde olduğu, ilk dinleyişte takibi ve anlaması kolay, bazı muhteşem oyunculuklar ve mizah anlayışları içeren skitler. Prince Paul 1989’dan itibaren De La Soul projelerinde şarkı arası skitleri üstlendiği için bu albümdeki skitlerin , bunu hiphop kültürüne kazandıran ve ne yaptığını gayet iyi bilen biri tarafından en büyük ve mantıklı çıkarımına ulaştırılması şaşırtıcı olmasa gerek. Neden dinleyiciler şarkılar arasında kötü oyunculuklar, zorlama diyaloglar ve komik olmayan şaka segmentleri ile albümlerden aldıkları keyfe ara versinler ki? İşte APAT’yi bir rap opera haline getiren, eşsiz benzersiz kılan olay da bu. Fakat, bu durum Prince Paul’a beat yapmak dışında ekstra bir yük daha yükleyen bir olay: oyuncu seçmesi gerekli. Belirtmek gerekir ki Psychoanalysis’in getirdiği hafif rağbet, büyük ana akım isimlere teklif götürmesi için yeterli değildi. Buna rağmen şu ilginç anekdotları paylaşmakta fayda var: kötü karakter için iki isim düşünülmüş, Chino XL Paul’un çalışma arkadaşları tarafından reddedilmiş, Notorious B.I.G içinse Paul’un çılgın bir hikayesi var:97’de Gravediggaz’ın Pick,Sickle and Shovel albümü için Los Angeles’ta reklamlar yaparken Paul, Biggie ile karşılaşmış. Soul Train Ödül Töreninden bir iki gün önceymiş. Bir radyo programında resmi olarak tanışmışlar ama Prince Paul hemen olaya girmek istememiş. Soul Train ödül töreninin çıkışında resmi olarak teklif götürmeyi planlamış ama… sonrası malum. Kendisi o gün Soul Train töreninde bütün geceyi birlikte geçirdiği kişiye (Prince Paul isim vermiyor ve gülüyor) yıllardır sonsuz teşekkürlerini sunuyor. Irkçı polis rolü için de Vanilla Ice’ın menajeri ile görüşülmüş fakat menajerin düşmancıl (?) tavırları yüzünden anlaşmaya varılamamış.

 Halihazırda durum böyle olunca Paul en iyi bildiği işi yaptı ve “dışarıdakilere” hitap etti. Ana iki karakter, Tru ve Tariq, isminin kulaklara aşinalık getirmediği isimlerden Sha ve Breezly Brewin (Juggaknots üyesi) tarafından oynanıyor. Albümdeki en etkileyici performansları gösteren Horror City ekibi, gerçek anlamda bu albüm hariç hiçbir işte yer almamışlar. Everlast ırkçı polis rolünün hakkını veriyor, Chubb Rock etkileyici bir mafya babası oluyor, hatta Chris Rock’un kendisi de fevkalade bir esrarkeşe dönüşüyor; öte yanda zirve günleri biraz geride olan Altın Çağ isimleri muhteşem performanslarla karşımıza çıkıyorlar. Big Daddy Kane’in pezevenk, Kool Keith’in kafayı sayırmış silah taciri rollerini oynaması albümün nasıl bir bilinç ve espri anlayışı içinde oluşturulduğunu anlatıyor. Kayıt üzerindeki film ideali, Paul’a şirket tarafından video çekimleri için bütçe sunulmaması gibi durumlar düşünüldüğünde oynayacak kişilerin ses tonları önemli, o yüzden Paul aynı dizeleri rol sahibine defalarca okutuyor, sonrasında en iyisini seçip birleştiriyormuş…..

Evet, neden birleştiriyormuş? Çünkü Paul, bu konsept albüm fikrinin çalınmasından oldukça korktuğu için ana karakterler hariç senaryonun kimseye vermemiş. İşin daha da etkileyici ve acayip olayı şurada: misafir sanatçılarına karakterinin özelliklerini ve ruh halini anlatıyor, fikir sahibi olmasın ve konuyu anlamasın diye dizeleri tek tek okutuyormuş, doğru ve uygun tonlamayı bulana kadar kayıt alıp sonra da sanatçıdan hemen ardından gelecek şarkıdaki kafiyelerini yazmasını istediği koşulları belirtiyormuş. Hapishanedeki suçlulardan birini oynayan Sadat X’in barları şarkıya ve hikayeye tam uymadığı için tekrar yazdırmış. 

Bu son cümleyi yazının başındaki “kimlik ve öz tanıtım” takıntısı ile birleştirirsek bu albümdeki ego eksikliği, işbirliği ve herkesin verilen rolü oynaması bu albümün geçmişte niye tekrarlanamadığı ve muhtemelen benzerine bir daha rastlayamayacağımız hakkında önemli bir gösterge. Mesela, Big Daddy Kane’in veya Kool Keith’in oynadığı karakterle rahatlıkla uzatılabilirdi ve genişletilebilirdi, ama kendileri zaten dizelerinde gerekli kısımları dolduruyorlar oynadıkları kişiyi, bu da albümün kendisine kim misafir olursa olsun özünde bir Prince Paul denemesi olduğunu, bir piyasa eleştiri/parodisi olduğunu vurgulamasını sağlıyor. Paul’un kendisi de albümü tamamı ile özgün yapmak için uğraşmış, düetleri bizzat ayarlamaktan sampler makineleri aracılığıyla dizeleri teker teker birleştirip oturtmak olsun- kendisinin ses kaydı alan bir bilgisayarı yokmuş- albüm emek dolu bir “çam sakızı çoban armağanı” örneği olmuş.

Anlaşılabileceği üzere albüm, müzikal olarak konuşulmaktan ziyade bir tecrübe , fakat müzik yönüne de değinmek lazım. 90lar boom bap klasiğini gospel, jazz, soul, R&B gibi tarzlarla donatmış bir albüm. Altyapıların temellerine aşinasınız ama tam olarak tanıdığınız söylenemez çünkü envai çeşit enstrüman kullanılıyor beatlerde, hatta Biz Markie’nin beatbox yapması bile skitlerden birinin altyapısı haline geliyor. Paul’un prodüksiyon stiline gelince, azıcık dinleyen herkes Pete Rock ve DJ Premier’den hafif esintiler bulacaktır fakat Paul’un tam olarak açıklanamaz bir farklılığı var. Özellikle bu projede altyapıları gerçekten “sinematik” ve sadece bu albüme ait olabilirmiş gibi bir izlenim uyandırıyor şahsen. Aralarda ucuz B sınıf filmlerden ses efektlerinin kullanılması da cabası. Bu kadar emek ve tutku dolu bir işin aralarda kendini ciddiye almayışını dinlemek açıkçası ferahlatıcı bir iş, çünkü kendini ciddiye almanın dengesi rap sanatçılarında özellikle çok hassas ve şeffaf bir özellik olduğu aşikar. Rap kısmına gelince, herkesin özenli, ilginç ve altyapılarla kusursuz akan kafiyeleri albümün 35 parçasının sadece yarısının şarkı olmasını bir sorun olmaktan alıkoyuyor.
Sonuç olarak, elimizde inanılmaz dar imkanlarla yaratılmış, özen dolu, “kendin pişir, kendin ye” bir albüm var. Anlatımı, hikayesi, zamane endüstri klişeleri ve Paul’un kişisel tecrübelerine dayanan hicvi ile, A Prince Among Thieves, Lin Manuel Miranda’nın Hamilton’ı gibi bir “rap yapılan müzikal” değil   (kim köle tacirlerinin hayatını müzikale dökerken rap yapmayı iyi bir metod olarak düşündü acaba) , “rap müzikali” haline getiriyor. Şirketin vizyon eksiklikleri yüzünden asla desteklenmeyen yapım, eninde sonunda küçük bir promo filmi elde etmiş . . Paul, albümün radikal olarak o zamanda çıkan her şeyden aykırı olmasının, şirketin bu albüm arkasındaki fikri destekleyecek kadar umursamamasının sebebi olduğunu düşünüyor. “Bana yüz bin verselerdi ben çekecek birilerini bulurdum” diyor. İşin garibi albüm eleştirmenlerden yüksek puanlar ve şaheser yakıştırmaları alınca şirket benzer konseptte bir albüm daha istemiş ama Paul reddetmiş. Şüphesiz, dürüstlük ve başarının müzik endüstrisinde nadiren yan yana geldiğini en iyi bilenlerden kendisi.

Büyük ihtimalle başka bir A Prince Among Thieves olmayacak. Yıllardır oldukça başarılı icra edilmiş konsept albümlere rastlamaktayız, ama içeride her zaman Master P’nin “I’m Bout It”i gibi hikayesini büyük ekranlara transfer edemeyecek oluşunun burukluğu içimizde kalacak. 

En azından filmin soundtracki iyi be abi!